Geçmişe gittiğimde Şikago’da bir kafede edilen lafları hatırlıyorum. Güneşli bir Kasım öğleniydi. İki katlı eski bir binaya açılmış üçüncü nesil bir kahveci. Eski rahat koltuklar. Arkadaşımla konuştuk. Etrafta oranın yerlileri, öğrenciler ve bohemler vardı. Önlerinde kahve kupaları. Hepsine bakmak içimi dolduruyordu. Bir konfor vardı orada olmalarını bilmekten ileri gelen. Önemli bir kafe konforu, bunun da olduğunu bu insanların da olduğunu bilmek ve onların düşüşü yavaşlattığına ve yaşam düşüşüne iyi gelen bir şeyler olduğuna inanmak, o sonsuz düşüşte ağa takılmanın -bir ağ metaforu üzerinden gidersek-, insanın sağına soluna takılan bir ağın var olduğunu görmek ve böyle şeylere baka baka sırf bunlara bakarak bile insanın yaşayabileceğini, yaşamanın bu tür bir iç geçirme ve iç doldurma ve karışık düşünceler ile temaşa halinde salınma da olabileceğine kesinkes bir inanç vardı. Yani o kafe öğleninde her şeyin tam da bakılmaya gerek duyulmayan bir göz kesintisi, iptidai bir kenar süsü olarak acayip bir önemde olduğunu hissederken arkadaşıma terapiye başladığımı ve bunun yani terapiye başlama eylemiyle değil de aslında terapiye başladım deme anındaki heyecanın büyüsü ile büyülenmiştim, tekrar tekrar terapiye başladığımı söylemek isterdim ama bir kez söyleniyordu, bir kez çok uzun bir yolculuktan sonra Şikago’ya gelip, sonradan uyuşturucudan ölecek olan arkadaşınızın yanına gitmeden önce henüz Şikago’da iken bir Şikago gündüzünde yakın bir dostunuza biraz utanarak biraz da böbürlenerek terapiye başladığınızı bir kez söyleyebiliyordunuz. Yani bunun da bir çeşit uyuşturucaya başlamama ve bodoslama intiharın ve ölümün kucağına atlamama hamlesi olduğunu çok sonradan görecektim. Ateşli bir akşamda hep söyledikleri gibi ateşler içinde dünyayı kasıp kavuran bir virüsten ötürü yatarken o gece bunu apaçık bir şekilde bu ilişkiyi ele alabilecektim ama bu çok sonraydı.
Hepsinin gerisinde, dışarıda Şikago güneşi turuncu tuğlalı binaları Kasım ayına özgü bir avuntu ile yalarken, bu insanların ve bu bakınmanın düşüncesiz ama neler var bakıntısının insanın içinde ıhlamur ağaçları açtıran bir yanı olduğunu hissediyordum ve bin yaşıma kadar elbette gelebilirdim çünkü daha neler vardı bakılacak bunun gibi başka kafe dükkanları ve tozlu dükkan köşeleri ve başka berjer koltuklar ve karanlık havalar. Arkadaşımın kendisi bu bakınma ve yerleşme pratikleri ile ilgili belki doğrudan böyle demezdi ama tam da o sahneyi tamamlıyordu çünkü bu tür bir ikame etme, zamana mekana yerleşme içindeyken ve hep oradaymış gibi sesini çıkarmazken onun da gizli gizli dikizlediğini görebiliyordum, iflah olmaz bir dikizciydi ve gerçek dikizciler gibi, dünyanın ve gündelik olanın apaçık müstehcenliğini gören ve bundan aklı çıkan aklı başında herkesin yaptığı gibi bir utanç ama gizli bir dikizcilik eylemi içindeydi, içine çekildikçe, düşünsel tarafını dünyanın düşünme biçimlerinde derinleştirdikçe dikizci tarafını da tahrik ediyor, o tarafını da büyütüp kaşıyıp kanatıyordu öyle ki bu iki başlı şeytan, Şikago’da felsefe okullarında büyüyen pek çok şeytançeye göre başka bir şeye dönüşüyordu. Arkadaşım terapiye gitmeme çokça şaşırmamıştı, ama içindeki gözlemcinin bunu not ettiğini görebilmiştim ama gerçekten çok da şaşırmamıştı ve babamı küçükken öldürdüğümü itiraf etseydim de aynı tepkiyi verebilirdi. Çünkü o da yan gözle dünyaya bakmanın, onun nefesini derisini solumanın ama ona tamamen doğrudan dosdoğru bakmadan ilerlemenin, mağaraya çekilmeden yanında mağaralar taşıyarak mağaraların ile kaçarca yaşamanın tek mümkün yol olduğunu anlamıştı. Belki böyle değildi ama Şikago insanda bunları, o mesafe insana yeni bir mesafelenme arzusunu kışkırtıyordu. Bu kuşkusuz böyle.
İnsan yeni kelimeler kurarak, başka şekilde anlatarak yepyeni bir insan olabileceği duygusunu hep içinde taşıyor ama bu delilik bazen kendini çok güçlü hissettiriyor. İnsan bu gelgit anlarını yaşadığında gerçekten de o sınıra gidip kendini biraz başka anlatmaya başladığında işte o zaman yani bunları böyle görebilseydim terapinin de böyle bir şey olduğunu anlatabilirdim. Onun yerine kafamı sallayıp koca kahve fincanımdan koca bir yudum alıp orada olmaya çalıştım üçüncü bir gözün bakışı altında orada oturdum. Ama o yepyeni bir insan olmanın eşiğinde uzun süre salınırken acaba bir uç beyi mi oldum korkusu çok çok sonra geliyor. Dünyayı kasıp kavuran bir virüsün heyheyli zamanlarında bir uç beyi olma endişesi, tam sınırda ama yerleşik ve o sınırın asla aşılamayacağını anlayarak, hep onun hayali ile ama aslında o sınırı geçme hayalinin verdiği kalıcılık ve ikamet hissi ile avunduğunu fark ederek, her ne haltsa işte o uç beyliği sarkozysi görünür olunca, kendimi o Şikago kafesine koyup, orada tekrar arkadaşımla birlikte oturduk ve orada ben ona gelecekten gelen bir hokkabaz bir düzenbaz olduğumu çaktırmadan, kafamda onun o zamanki hali ile oturup, onun her zamanki hallerinden esintiler taşıyan bir bir ortalama hali ile işin açıkçası çünkü elimden ancak bu kadarı geliyordu, arkadaşımın zamandaki ortalamasına benzeyen bir hali ile oturup tekrardan o havayı o Şikago öğlenini içime çekmeye çalıştığımda ki kimi kimseler buna hatıra diyor, bir hatırayı dolu dolu yaşama arzusu ile şöyle her şeyden elimi eteğimi gerçekten de çekmiş olduğumdan, hasta ve ateşli bir halde, Firuzağa’da bir apartman dairesinde, metruk ahşap bir bir eve bakan yatak odası penceremden içeri gelen cılız gündüz ışığı altında, zaten ne yapacağım ki diye düşünüp, insan işte o izni kendine veriyor ve hakkaten bir Şikago kafesinde oturup insanları içime çekme denemesi, o boku püsürü ve ikinci sınıf sanatı, ikinci el berjer koltukların yıpranmış dokumasını gıcırdayan parkeleri ve kahve fincanlarının geniş ve rahat oluşunu, her şeye sinmiş her şeye şeklini vermiş, Amerikan göğüne izini vurmuş o hafiflik ve genişlik ile birlikte hatıramı ve onun kendimdeki izlenimini şişirmeye o cansız kuklayı azıcık hareketlendirmeye çalıştığımda ancak o hastalıklı nefesim ve ağrıyan eklem yerlerimin bulutlandırdığı kafam ile, kafada bir bulut ile bu çabaya giriştiğimde bir şeyler gerçekten de hareketlendi. Onları gördüm, yeni bazı kelimeleri kullanma arzusu ile ve hayatıma hiç kuşkusuz damgasını vuran başka birisi olma çabası ama asla bu çabanın lafazanlığını yapıp aslında bunun pastasını yemeye çalışmadan ama naifçe o sınırda bekleyip, uzaktan gelen iron maiden türkülerine ve rimbaud’ya ve paris’in tavanaralarına kulak dayayıp votka ve ferdindan dolu geceler ile kendimi o seslerin çağrısına alıştırmış olduğum için hiç de zor olmadı. Aynı seslerin çağrısında bir modüle oldum transforme oldum ve kendimi bir halde gördüm.
Arkadaşım tuvalete diye kaçtı. Beni o sahne ile başbaşa bıraktı. Gülünçtü. Çünkü aklımda metroya biniyordum. Bir yandan. Metrodan geçip bir arkadaş buluşmasına bir salona gidiyordum sonra hemen yarı amatör bir tiyatro gösterisine sonra aynı anda bir çağdaş sanat ziyaretinde sergi bakınmasında uzun zaman sürmüş bir arkadaş buluşmasının ertesinde ne hikmetse Sultanahmet taraflarında düzenlenmiş yine başka bir dostumuzun düzenlediği bir sergiye gidiyordum Şikago öğleni beni içinde tutamamıştı çünkü hatıraya doğrudan bakmak mümkün olmuyordu onunla apaçık pastoral on dokuzuncu yüzyıl hasbihali mümkün değildi belki eski romancılar da bunu biliyordu ama o kadar küstah ve korkusuz değillerdi hep göstermeye çalıştıklarının aksine acayip derecede pervasız ve anarşist değillerdi hatıraların gerçek hareketlerine bakıp onları not edebilecek kadar şaşkın olamamışlardı pek çoğu en azından gösterdiklerini yememişti, hep vitrini doldurdukları hafızanın ve geçmişin oynak zemini ve binbir renkli masalları oyununu oynamış gibi yapıp oynamamış olabilirlerdi. Her neyse bu türden etnik ve regional onthologies bir karşılaşma olamıyordu zaten.
O sergiye gittiğimde ama işte kendimi bırakıp zaten ateşli olduğumdan, zaten Firuzağa’da iddiasız bir bölgede en fazla çay içilen ve anarşizm üzerine konuşulan Cihangir’in gölgesinde kalmış cılız bir enerji alanında kalmış olduğumdan bunu yadırgamadım zaten bütün bir gün Şikago kahvesi çekecek halim de yoktu ama işte bundan da uzun süre sonra işte şimdi gerçekten hafızanın kaçtığı delikler arasında ince ipler bazı kuytu derin tüneller yani artık nasıl şeyler solucan delikleri filan bulunduğunu zaman mekan dokusunu delen ama boşuna delmeyen bazı bağlantılar olduğunu görebiliyordum çünkü o çağdaş sanat sergisi dokusu ve kokusu ve büyülenilmeyişi ile gerçekten de Şikago’nun tam karşısında değildi belki ama Şikago okulundan çıkıp aldırışsızlık sokağına doğru gidilen yolda arada tam sınırın aşılmaya yakın olduğu bir luminal space’ti çağdaş sanatçıların söylemekten hoşlanacağı gibi. Bir çağdaş sanatçı belki buna sevinirdi. Ama önemli değil. Her şey çok ilginçti sergide ve o kadar da ilgi çekmiyordu ilgimi çekemiyordu. Neden ilginç olduklarını pekala görebiliyordum ama içimde derin bir kayıtsızlık ve bu aslında ilginç olması ve anlamlı olması gereken şeylerin tam da öyle işlememesi ve sanatın sizi o işleyen priz durumuna sokmaya çalışması, sizden istediği özne olmanız zorlantısı ile ilgili çok da düşünmek istemiyordum ama o özne rejimi diktası bir şeydi hani. Orada o büyük zorlantı havuzuna girip kelimeleri öğrenen bir çocuk gibi davranmanız bekleniyordu. Bir çocuk korktuğu zaman hangi sesi, sevindiği zaman yuppi demesi gerektiğini öğrendiğinde, yuppi derken, bunun saçma sapan bir oyun olduğunu, içindeki hakiki aslanlar gibi hislere bazı isimler takıp bunlar için bazı sesler çıkarması ve bunların hep aynı sesler olması gerektiği rejimine doğduğunu, içimizde bu rejimin sessizleştirdiği, dil diktatörlüğünün sessiz kılıp en ilkel biçimde güçsüzleştirip sildiği insanlar olduğu gerçeği, hiçbirimizin tam olarak kendi seslerini asla çıkartamadığı ve bunun muhtemelen bir Godard filminde filan işlendiği, bunları hiç düşünmek istemiyordum çünkü hemen sonra sergide hep olduğu gibi ucuz beyaz şaraplar ve kokusuz tatsız bazı peynirler dağıtılırken, bir tramvay geçerken, Sultanahmet’in bir köşesindeki bu eski binanın arka tarafındaki bahçede oynayan çocukların sesini duyarken, tabii ki eğer bunları düşünseydim aslında sanatın da aynı zorlantı diktasının ikinci kıç bacağı ikinci doğuşu olduğunu gördüğümü itiraf etmek zorunda kalırdım. Bu itirafın güçlüğü beni biraz güçlü kılardı ama asıl konudan sapmış olurdum. Ama sanat kendini doğurmaya iterken insanı çok kısaca söylemek gerekirse, başka insanlar bekliyordu, sadece çağdaş sanat da bunu bulmuş değildi, Dostoyevski romanı Dostoyevski romanı adamını istiyordu, Boris Vian romanı kafası daha açık daha oyunbaz ve kıvrak o insanları çağırıyordu, aynı mide bulantısı ve estetik zorlantı hissi bir roman okurken de pekala geliyordu, eski çiğnenmiş bir ölü at eti dokusu, ağızda büyüyen nihayet boğan bir ceset korkusu.
Ama bunun bir önemi yok, asıl o hafıza ilmeğinin, kendi hafızamın bana attığı oyuna bakmak gerekiyor. Hıza değil, hızın artış hızına, hızın artış hızının artış hızına. Gibi. Oralarda ilginç şeyler oluyor. Sergide öne çıkan, benim için -ateşli hasta kafam ile böyle bir demeç veriyordum, sergide benim için öne çıkan diye başlayan- aldırışsızlık değildi de işte etraftaki o ağsızlık döküntü patırtısızlık detaysızlıktı, daha çok sürtünmesizlikti, yaşamın şeylerin sürtünme, size sürtünürken sizin düşüşünüzü yavaşlatma yetilerini kaybetmeleriydi. Hem de tam tersine çabalarken! Olan şey buydu. Şeffaflaşma. Uzaklaşma hiç değil. Hep aynı yerde şeyler artık ve hep gittiğini söyleyemem. Artık hiçbiri bir Şikago kafesi gibi tutmuyor insanı.
Bir kez çok uzun bir yolculuktan sonra Şikago’ya gelip bir kafeye yerleştiğinizde, sonradan uyuşturucudan ölecek olan arkadaşınızın yanına gitmeden önce henüz Şikago’da iken bir Şikago gündüzünde o büyük ağın içinde olduğunuzu sizin de bunun bir parçası olduğunuzu duymak, çok sonraları artık sizi tanıyan çoğu eski dostlarınız için olacağı gibi bir fikre bir çerçeveye dönüşmeden önce bir ağ dokusu olmak, bunu hatırlamak, hem de ateşler içinde, az şey midir?
"...bir kez söyleniyordu." leider so...