Zadie Smith ve Birisi Olmanın Aciliyeti
Zadie Smith’in denemelerinden oluşan 2018 tarihli kitabı “Feel Free”, hani nasıl derler, eğlenceli ve zıpır bir çalışma. Türkçe’de pek ön plana çıkmayan “creative non-fiction” dedikleri türden. Hemen her konuda zekice gözlemler, kimi eğlenceli tasavvurlar ve sosyal eleştiri. İngiltere’de mutenalaştırmaya kurban giden kütüphaneler ya da sosyal medyanın insana ettikleri ya da Key&Peele’deki komedi skeçlerinin kültürel arka planı. İnsanda çok bilmiş zeki bir dostunuzla Pazar kahvesi eşliğinde gevezelik etme tadını bırakıyor.
Önsözdeki not
İmdi… Smith önsözünde kendi yazma ateşini canlı tutan ve etrafında dolandığı bir “kendi olmak” ve “kendilik” fikrinden bahsediyor. Kendi deyimiyle: Sınırları belli olmayan, dili saf olmayan ve dünyası aşikar olmayan bir kendilik. Hadi ben de bir ekleme yapayım: hareket halinde bir kendilik.
Aslında biraz şunu demek istiyor: Tam adını koyamadığı bir kendi olma deneyiminin yazma arzusunu beslediğini. Çok temel ve anlaşılır bir his. Dünya acayip bir yer, niye burada olduğumuz belli değil ve kendimize yazdığımız roller/hikayeler sürekli ihlal edilip karışıyor ve bütün bu karmaşa büyüleyici. Gibi bir şey. (Ama bunu şimdi okurken bile eski moda bir tıngırtı duymuş gibi oldunuz ya, işte buna geleceğiz birazdan.)
Sanki Lale Müldür Bizansiyya’sından okumalar yapıyor, sene 2007 ve Beyoğlu’nda pis bir yağmur var. Birazdan sigara dumanları arasında alkışlar patlayacak ve Müldür kadife elbisesi içinde sahnede bir yeni çağ peygamberi gibi ellerini havaya kaldıracak, kalabalığın aklını başından alacak…
Kitaba geri dönelim, delirmeden. Önsöze belli ki sonradan bir kısım eklenmiş. Kitabın sonraki basımlarında olsa gerek, uzunca bir paragraf: Bir uyarı mahiyetinde. Başını aynen çevirmeden alıntılıyorum:
“A note: I realize my somewhat ambivalent view of human selves is wholly out of fashion. These essays you have in your hands were written in England and America during the eight years of the Obama presidency and so are the product of a by gone world. It is of course hardly possible to retain any feelings of ambivalence-on either side of the Atlantic-in the face of what we now confront…”
Bunun ne zaman eklendiği belli değil ama Trump döneminde olduğu belli. Belki de kitap yayına hazırlanırken bunu eklemeyi uygun bulmuş. 2018 yılı Metoo hareketinin gündemde olduğu zamanlar ama özellikle bunu belirtmemiş Smith. Belli ki Trump döneminin ırkçılığına, faşizmine ve kadın düşmanlığına karşı topyekun protestoların olduğu; Anglosakson dünyada geniş kitlelerin bir muhalefet cephesi oluşturup sesini yükselttiği zamanlar.
Kim olduğumuzu bilememenin artık bir lüks olduğunu söylüyor.
Kitaba damgasını vuran: çatışan ve belirsiz bir iç benlik tasavvurunun artık tabii ki mümkün olmadığının ve bu lüksümüzün olmadığının altını kocaman çizmiş Smith. Çünkü Obama gitmiş Trump gelmiş. Kim olduğumuzu bilememek, bu kararsızlıkta esnemek gerinmek ve bu belirsizliğin tadını çıkarmak artık bir lüks demek istiyor. Artık harekete geçmek, safları sıklaştırmak ve ateşe karşı hava üfürmemek gerekiyor.
Bana ne oluyor?
Bana şu oldu bu kısmı okuyunca. “Ambivalent view of human selves” müthiş bir tabir. Beni hemen yakaladı. Sonra da bunun artık bir lüks olduğunu ilan etti ya, içimde bir karşı çıkış uyandı: “Ama niye öyle dedin, ben biliyorum o akımı, o çağı; hepimiz birlikte yaşadık, onu bırakma böyle birden.” Ya da buna benzer bir his geçti. Ve Türkiye’de bu kırılmanın izlerini düşündüm.
Kırılma derken şunu kastettiğim açık sanırım… Şu iki durum arasındaki fay hattı: İlki kendinle ilgili ne yapacağını bilememe hali, ne istediğini bilememe durumu, bulutsu bir kendilik hissi (Zadie Smith’in yazarlığını besleyen de bu histi hatırlayalım). İkincisi ise kendinin ne olduğunu tam olarak bilip, belirli bir kimliğe/aidiyete sarınıp dünyadan istediklerini alıp çıkartmak için şahince bir proje kafasına bürünmek.
Tabii şunları söylemek lazım. İnsanın kendisiyle ilgili kesin bir hükme varmaması ve bir şey olmama ince ipinde yürüyebilmesinin elbette sınıfsal koşulları vardır. Ve belli bir yaş aralığında daha bir yoğunlaştığı ve değdiği için de bir zamansallığı. Bu oyunu sürekli oynamanın tehlikeli tarafları da vardır. Ve söylemeye gerek bile yok; bu oyun, bu duruş, bu eda ve çalım illa ki sizi başarılı bir yazar/şair yapmaz… Vesaire.
İşin aslı ilk kampın bir vaadi filan yoktur. Zaten büyük numarası odur, bir amaçsallıktan uzak olması. Bu yönüyle kapitalist başarı etiğine bir diklenmedir de. Zadie Smith artık çark ettiğini ilan ettiğinde içimde bir karşı çıkışın, bir üzüntünün peyda olmasının sebepleri bunlar. Daha doğru, daha hakiki tavrın orada olduğuna bir kere inanmış olmam.
Bize ne oldu?
Akademisyen olmadığım için altını doldurmadan zaten apaçık olan bir şeyi söylebilirim sanırım: Türkiye’de tüm dünyada olduğu gibi son yirmi yılda ilkinden ikincisine doğru bir ruhani göç gerçekleşti.
Ve Kültürel Çalışmalar’da yüksek lisans yapmadığım için de (almadılar), Duman’ın şarkı sözleri üzerinden bu değişimin izini sürmeyeceğim. Ya da sırf bu bahaneyle Yaprak Dökümü’nü eleştirel bir gözle izlemeye başlamadım (zaten izledim).
Yine de, nasıl derler, insan kendini tutamıyor. İki binlerin başındaki üniversite hayatımı düşününce bazı tavırlar bazı okumalar gözümün önüne geliyor. İlk kampın nasıl hey heyli, trompetli günlerini yaşadığına ilişkin ipuçları. Birkaç üstünkörü not düşülebilir.
Örneğin Oğuz Atay tekrar bir dip dalga gibi vurmuştu. Bu denli sahiplenilmezdi önceden. Nasıl çarpıyordu ama. Sonra Tanpınar keşfediliyordu, büyük modernist şehirli yazarımız olarak. Ve tabii Aylak Adam: şehir romantizmi, şehir bulantısı ve eli sepetlilere duyulan o öfke. Neydi bunların ortak yanı?
Yine Feel Free’ye gidelim, Smith Facebook ve sosyal medya üzerine düşüncelerini geliştirirken şöyle diyor:
But here I fear I am becoming nostalgic. I am dreaming of a Web that caters to a kind of person who no longer exists. A private person, a person who is a mystery, to the world and--which is more important--to herself. Person as mystery: this idea of personhood is certainly changing, perhaps has already changed.
Kişiliğin, kendiliğin bir gizem olarak kalması… Kaybolup giden Selim Işık, C.’nin ana akım hımbıl bir hayata gönül indirmemesi, Mümtaz’ın geciktiğinin farkında bir türlü harekete geçememesi. Şehirdeki anonimliğe, tektipleşmeye karşı bir çeşit pasif isyan, bir planın projenin boyunduruğunda hareket etmeme refleksi.
Dediğim gibi biraz üstünkörü “yan değiniler” elbette ama şu da var: “Person as mystery“nin ne olduğunun çok da açılamaması ya da açılırsa da ucunun çok açık olup sonsuz ucuz varoluşçu bir gevezeliğe evrilebilmesi ve bu yönüyle yine bir gizeme dönüşmesi kavramın kendisiyle de ilgili. Tutunamayanlar’dan Tutunamayan olmaya dair bir formül çıkmaması ve kitabın tam da buna direnmesi gibi…
Modası geçmiş bir kendilik?
İnsanın bunu hayal etmesi zor ama kendi olmanın bile belli kipleri var. Modalar var. Belli dönemlere damga vuran. Belli bir tür kendilikler ürüyor, sonra onların modası geçiyor, o modayı yaratan sosyal/ekonomik koşullar değişiyor. Neoliberalizm başka bir kılıkla gel gel yapıyor. Filan. Ama o elbiseleri bir kere almış olanlar canı istediği zaman çıkarıp atamıyor onları. Üzerlerinde o demode elbiseler ile tarihsel bir dramadan yeni çıkmış aktörlere dönüyorlar.
Aramızda belli bir tür insan yaşıyor. Bir hayalet gibi. Bir şey olmamaya niyet etmişken kendini büyük bir ofsaytta bulan, sonra toparlayamayan ve demode bir insan tipi. Çünkü Zadie Smith’in de fark ettiği gibi o işler geçti. Zaman neofaşizme karşı birlik olma zamanı. Ve o işler esrar uykusuyla filan da olmuyor. Ama bunun yasını bir yerde tutmak gerekiyor. Kimse olamamanın, birisi olmak zorunda olmanın yasını. Önsöze iliştirilen bir not bizi kesmez. O başka.