Annie Ernaux ve Çıplak Gerçeklik Fetişizmi
“Bir ortak geçmişimiz var,
Bir de hep açık yaralar”
Pamela
Türkiye’de beceriklisi vasatı romancıların büyük ülküsüdür, kızıl elmasıdır. Bir memleket alegorisi yazmak. Türkiye’nin Ruhu projeleri filan. Tek bir büyük romanda tekmili birden tüm memleketi kapsayıp bir insanlık komedyası halinde bizi temsil eden bir oyunu sergilemek. Burada başka büyüklenmeci hevesler yanında naif bir üçüncü dünya aydını refleksi de sezilir. İşte kırık ve mahzun (yalnız ve asabi diye okunur) bir ülkenin maluliyetini işlevsizliğini sergilemek, o acziyet temsilinin pişirilip sunulduğu batının meraklı bakışlarından bir merhamet devşirebilmek. Gibi.
Zamanla bizi, bu çarpık uzak kuzenlerini anlayıp seveceklerine duyulan bir güven de sezilir. Meğer ki biz kendimizi temsil etmeyi öğrenelim. Batının temsil araçlarını alıp otantisitemizi bozmayalım. Bizzat o tekniğin bir otantisite yarattığına aymadan. Elbette.
Taze Nobelli Annie Ernaux ise Seneler’de kendi ülkesinin gerçeklerini ip gibi sıraya dizerek bir 20. yy Fransa temsili sunuyor. Sosyolojik bir duyarlıkla. Bir alegoriden çok belgesel roman. Peki niye? Hadi biz medeniyet trenini kaçırdık, geç kaldık ve yapacak daha iyi bir şey bulamadığımızdan kendi hususiyetlerimize sapıkça bir merak ile eğilip duruyoruz. Ernaux’ya n’oluyor? Ernaux’nun niyetleri ve meramı üzerine biraz akıl yürütsek yeridir: Ne yapmaktadır, ne yapmak istemektedir?
Ne anlatıyor?
Bu soruya ve meraka ilk itiraz şöyle yükselebilir: Elbette anlattığı yine de kendi hikayesidir. Aslında Fransa’ya değil ona koşut ilerleyen kendi hayatının detaylarına da eğilmek istemektedir. Fransa’nın büyük figürleri ve toplumsal olayları bir geçit yaparken kendi hayatının detayları da o geçide yapışıp belirginlik kazanır. 68 Mayıs’ında hangi işte çalışıyordu, De Gaulle’ün öldüğünü öğrendiğinde neredeydi, seçim geceleri ve ertesi günlerin mağlubiyet hisleri, spor müsabakaları, savaş ilanları… Hepsi de becerikli ve hayatta kalmaya, sınıf atlamaya programlı bir öznenin zihnine gölge düşüren aktüelite parçacıkları. Zihnini biraz bulandırıyor, biraz kaygılandırıyor, onu azıcık bir köşeye sıkıştırıp muhasabeye zorluyor ama en nihayetinde musallat da olmuyor. Ne olsa aktüelite hafif sıklet amatör bir boksördür. Kimseyi yere serdiği görülmemiştir.
Diğer yandan böyle bir proje tabii hemen kaşları havaya da kaldırabilir. Yoksa Fransa’ya ulusalcı bir gurur ile mi yaklaşacak? Yoo, hiç de öyle bir böbürlenme yok. Tersine özür dileyen, mahcup bir dil hakim. Büyük batı ülkelerinin aydınlarının amentüsü. Tarihin ve büyük yıkımların öznesi ve hadi en azından parçası olduğu için elbette üst perdeden konuşmamalıdır. İşte, ayrıcalıklarının farkında olmalarının getirdiği bir tevazu histerisi.
Savaş sonrasının yıkık günlerinden başlıyor Ernaux, kendi çocukluğundan. Elimizden tutup bizi Fransa taşrasında çok da turistik olmayan, iştah kabartmayan çamur ve is dolu sokaklarda bir gezintiye çıkarıyor. Taşralı ailesinin bakkal dükkanı, yokluk, kör topal ilk cinsel deneyimler, savaşın henüz taze heyulaları, salgın hastalıklar ve bitmeyen uzun kışlar.
Anlatıcı bu ilk virajları dönünce, okulları bitirip sınıf atlayınca, kent soyluların alışkanlıklarını ve tavırlarını bir bir edindikçe konforlu bir mesafeden tarihe bakmaya başlıyor. Olan bitenin tarihin bir tık ötesinde, bilmiş kibirli bir öznenin sesi duyuluyor. Bu azıcık can sıkıcı işin aslı. Nasıl bir anlatıcı bu? Nihayetinde devrimci mi belli değil. Sartre’a mesafeli, Beauvoir’ın türbanına öfkeli. 68 hareketleri ona teğet geçmiş ama gençleri desteklemiş. Bir şey olsun diye bekliyor, tam adını koyamasa da, ama kendisi hareketsiz, burjuva ailesinde devinip durmakta. Bir yandan da suçlu hissediyor tüm o hareketin içinde olamadığı için, ve dahası roman yazamadığı için. Hayatı böyle hayal etmemiş. Halbuki taşra dükkanından çıkıp kültürlü ve burjuva olmuş nihayetinde. Bir sosyal mobilite örneği.
Neden Seneler?
Bu kendi hayatının çelişkileri ve zorlukları elbette. Kendi payına düşeni almış. Biz sorumuza dönelim: Neden Seneler? Seneler içinde Fransa’nın resmi ve gayriresmi tarihi?
Bir kere Ernaux, hadi adını koyalım, şu bağlamda bir taşra aydını: Kendi ülkesinin kültürünün ve büyük 20. yy hikayesinin karşısında ezilen, bu hikaye ile başa çıkamayan bir hali var. Felsefesi, sineması, edebiyatı ile “hareket eden bir şölen” gerçekten de Fransa. Neresinden tutmalı nasıl yaklaşmalı? Ernaux Fransız kültürünün taşrasından merkeze bakıp iç çekip durmuş, Paris hayaliyle yaşamış. Onu elde ettiğinde bile.
Sınıf atlama hayallerine bulanmış bir Paris arzusu. O Balzac romanlarındaki gibi. Sıkı bir Balzac okuyucusu ise şunu bilir: Şölenler bir davettir. Evet. Ama yalnızca kendini kaybetmeye değil, yeni birisi olmaya da. Ve Paris de her şeyden önce bir davettir.
Tabii her Fransız yazarı gibi Balzac romanlarından gerekli dersleri çıkarmış olmalı. Paris hayali nice genci ayartıp sonunda bir kenara atmıştır. Büyük şehrin masallarına kapılmış kim bilir kaç tane Rastignac’ın çürümüş bir işe yaramamış gençlikleri Seine nehrinin dibinde yatmaktadır. Bu yüzden bir taşra aydını büyük şehre her şeyden önce müteyakkız gelir; tarih onu tembihlemiştir, uyanık olmasını öğütlemiştir.
Ernaux’da Paris ile, büyük şehir ile ve nihayet Fransa’nın görkemli kültürel hareketleri ile girilen ilişkide sürgit bir ürkeklik, karar veremezlik tavrı oturmuş gibidir. İşte Seneler bu tavrı besleyen, onu haklı çıkaran bir biçimsel tercihe sahip: Kitap Fransa tarihini hızlı çekim oynatıp öne çıkan olaylara imajlara paralel yazarın kendi hayatının hikayesini tıngır mıngır ilerletmekte.
Seneler tarih dışı bir özneyi haklı çıkarır
Tarihi hızlı çekim oynattığınızda şu oluyor: Bütün bu olaylara tepeden bakan tarih ötesi bir öznenin sesi belirginleşiyor. Ve zaten geçip gitmiş bu olaylar karşısında tarafsız, lakayit, onları adeta tarihsellikleri içinde mazur gören, tüm o debdebenin ve gündeliğin çok dışında sonsuzluğa talip bu ses kendini temize çıkartıp bir ebedilik halesi kuşanıyor. Trompetli bir cümle oldu. Açalım.
Neden Seneler? Çünkü uzun vadede kendi tarafsız ve anlayışlı sesi haklı çıkıyor. 68 kuşağı mağlup. Sartre ölmüş. Beauvoir biraz demode gibi. Sovyet tanklarını ancak müzelerde görüyoruz, sosyalist sol kendi köşesinde dersler çıkarmakla meşgul. Seneler tarih dışı bir özneyi haklı çıkarır. Yumuşak ılık bir tonu. Hepsi geçiyor işte. Çok tutunmayan, post yapısalcı olmayan, varoluşçu olmayan, Fransız komünist partisine üye olmayan, 68 kuşağı olmayan; tutkusuz, müteyakkız, sınıfsal geçmişini unutmayan ürkek aydını haklı çıkarır. Seneler geçer, olan sana olur…
Halbuki başka bir şey hayal etmiştir Ernaux. Kitapta kendisi de itiraf eder. Proust’un yaptığına benzer, insanlığın zamansız duyumlarının görünür olacağı, tarihin alelade tozunun toprağının arka plana düşüp şiirsel bir zamanın öne çıkacağı o edebiyatın zirvelerini. Yine kendisi itiraf eder. Pek de olmamıştır.
Bu tarih anlayışıyla ilgili son bir not… Fransa’nın tarihine bu kitabın lensleri ile bakınca bu lensleri de hatırlar gibi oldum. Sonra nereden tanıdık geldiğini buldum. Hani Mehmet Ali Birand belgesellerinin bir havası vardır. Demirkırat’ta filan. Tarafsız görünen ama ideolojik bir tarih anlayışı. Şöyle bir şey: Anlatılan tarihin büyük figürleri Yunan tanrıları gibi zirvelerde çeşitli güç oyunları oynarlar. İşte İnönü seçimden önceki akşam bir generalle görüşmüş ve orada neler dönmüş neler. Yok Menderes atlayıp uçağına Adana’ya gitmiş ve telefonlara çıkmamış, Kasım Gülek mi araya girmiş bir şeyler, yoksa hükümet düşecekmiş ve büyük bir kriz kapıdaymış. Biz zavallı sıradan halk ise bu büyük oyunun figüranlarıyızdır. Yunan tanrılarının tek bir kaprisi, bir kıskançlığın doğurduğu anlamsız bir hamlesi tüm düzeni alt üst edip ülkeyi de perişan edebilir. Gelin birlikte bu trajedilere bakalım. Havası. Ernaux’nun lensleri bir numara büyük ama aynı tavır. Seçimden önceki son akşam o tartışma programı, Mitterand’ın gözlükleri, muzip cevapları ve kendine güveni… İşte sosyal demokratların zaferinin kilidi…
Gerçekçilik fetişizmi ve romancının işlevi
İmdi… Buraya kadar bu biçimsel tercihin, sağlamcılığın yol açtığı o suçluluk hissini bertaraf etme işlevini göstermeye çalıştık. Bu işlevin hareket ettiği hisler üzerine de biraz spekülasyon yaptık. 1
Ama Seneler romancılığın hatta sanatçılığın geldiği noktayla ilgili bir yandan da manidar bir kitap. O gerçekçilik tutkusu. Azmi. Yalnızca bu kitapta değil diğer kitaplarında da Ernaux için baskın bir unsur.
Bu çaba sadece Ernaux’ya özgü değil. Edebiyata hatta sinemaya da2 dair daha semptomatik bir durum. Birkaç yerden yaklaşılabilir.
Bir sebep romancının işlevinin biraz boşa çıkmasıyla ilgili. 19. yüzyılın her şeye hakim görünen, yaşama dair bir bilgelik sunan büyük yazarlarının belki de romancılığın altın çağının üzerinden çok zaman geçti. Yaşam bilgeliği kompartmantalize oldu. Yaşam pastasının mumuna neredeyse tek başına üfüren romancılardan o pasta alındı. Pastanın büyük bir kısmını psikologlar ve psikiyatrlar aldı. Bir kısmını nörobilimciler. Bir kısmını evrimsel davranış bilimciler. Ve bunların her birinden biraz alıp harmanlayan kişisel gelişimciler. Neyi niye yapıyoruz, başka türlüsü olmaz mı, iyi bir hayat nasıl yaşanır tavsiyelerini bir romancıdan almak yönünde istek azaldı.
Söylemeye bile gerek yok, 19. hatta 20. yüzyıldaki romancıların o halesi çoktan kayboldu. Tabii Şule Gürbüz hariç. Ona hala okul gezisiyle gidip hayatın anlamını sorabilirmişiz gibi. Ve uslu olursak da sanki söyleyecektir.
İşte romancılar sanki biraz da bu işlevsizlik hissi yüzünden kendilerini bir yerlere, çeşitli sosyal sorumluluk projelerine yamamak ister gibi değiller mi? Size de öyle gelmiyor mu son yıllarda?
Toplumun şu ya da bu kanayan yarasına eğilmek, parmak basmak isteyen yazar kaynıyor ortalık. Sağda solda yeni kitabı çıkan yazarlar hep toplumun bir meselesine eğilmek ve o konuya dikkat çekmek istediklerini söylüyorlar. Alt metin şunun gibi bir şey: öyle haybeden yazmıyoruz, ciddiye aldığımız toplumsal meseleler var, bir okursanız bende de bazı merhemler var, okuyanların kafasındaki bazı kilitleri açacağım, birbirlerini anlamayı, hayata daha yumuşak bakmayı öğrenecekler, eh bu da az şey değil.
Ernaux’nun bu yalnızca gerçekleri anlatma, hiçbir hikaye katmama tavrı yeni değil. Belki elli yıllık bir yazarlık kariyeri var. Ama romancılardan beklentinin tam da bu olduğu bir dalgayı yakalaması tesadüf de değil herhalde.
Çıplak gerçeklik fetişizmi her yerde. Herkes en iyi bildiğini anlatsın, onu gerçekçi anlatsın, başka da bir şeye burnunu sokmasın istiyorlar. Sanat dünyasının gizli emri bu.
Bu da romancıları daha çok “gazeteci-yazar”a dönüştürüyor. “Araştırmacı-yazar”a. “Muhabir-yazar”a. Oturup çalışacak. O dönemde çaydanlığa ne denirmiş, masa örtüleri ne renkmiş, mahalle kasabından veresiye alışveriş yapılır mıymış öğrenecek. İnsanlar nasıl konuşurdu, ne konuşurlardı gazeteleri açıp çalışacak. Azimli ve çalışkan yazarımızı biz okuyucular da ödevini yaptığı için kutlayacağız.
Chesterton’ın ufak çapta bir efsane olan Dickens biyografisindeki3 şu kısmı hatırlayıp kapanışa geçelim.
…Dickens’ın eserlerindeki sahne ve tiplerin tamamıyla imkansız olduğunu savundular. Eserleri “hayat gibi” değilllerdi ve bu realistler için tartışmanın sonuydu. Ama realistler zaferlerinin tadını uzun süre çıkaramadılar…İnsanlar “hayat gibi” ifadesine çok daha derin ve hassas bir anlam yüklemenin gerekliliğini fark etti. Sokaklar hayat değildi, şehirler ve medeniyetler hayat değildi. Hayat bunların içindeydi ve hiç kimse şimdiye kadar hayatı göremedi…
…
Onun sanatı (Dickens’ın) hayat gibidir. Çünkü hayat gibi, sanatı da kendinden başkasını umursamaz ve kendini mutlu etme yolunda ilerler… Hayat hiçbir şeyi kopyalamadığından sanat hayatı kopyalamayarak hayatı kopyalar. Dickens’ın sanatı hayat gibidir. Çünkü onun sanatı hayat gibi sorumsuzdur ve hayat gibi olağanüstüdür.4
Dickens büyük bir yazar mıdır? Herhalde öyledir, okumadım. Ama son yıllarda, yine taze Nobelli büyük bir yazar tanıdım. Ernaux gibi kendi ülkesinin toplumsal tarihini ve duygusal tarihini mesele eden bir yazar. Onu da anmadan olmaz. Çünkü gerçeğe böyle bodoslama yaklaşmadan, onu kopya etmeğe çalışmadan o “hayat gibi” hissini verebilen bir isim.
Svetlana Aleksiyoviç5 röportajlarla edindiği materyali, insanların duygularını kendi merceğinden geçirip öyle bir tek ses haline getiriyor ki, gerçekten de tarihin ruhu dile gelse, bizi bir kenara oturtup anlatmaya başlasa, herhalde sesi buna benzerdi.
Hani arkadaşınıza telefonu neden açmadığınızı söylerken, dümdüz gerçeği söylerseniz, size inanmayacağını bilirsiniz de, gerçeği biraz çarpıtıp gerçeğe benzetirsiniz, benzetmeniz gerektiğini bilirsiniz en azından.
Yalnızca gerçekleri anlattığı için, Ernaux’nun kitabını, işte o külyutmaz arkadaşların inanmaz tavrıyla okudum.
Mutlu noeller.
Elbette metne içkin bir sataşma bu, Ernaux’nun biyografisine de hakim değilim.
https://t24.com.tr/k24/yazi/yerli-sinemada-tasra-sikintisi,3969
a.g.e. Vurgular ve atlamalar bana ait.